II. Bölüm
Kadim Kodlar
Güneş’in orta ekvatordan kuzey yarım küreye, kuzey ekliptiğin
doruğuna yavaşça yaklaşımı ve ekvatora dönüşü, yeryüzündeki tazeliğin,
yeşermenin baharla müterakkisini belirler.
Tarihin şafağında, güneşin bu hareketleri ve doğadaki
etkileriyle baş başa olan Sümerler, insanlığın soyut dünyadaki evreninin
temellerini atmışlardır.
Antik zihin, uzun kış gecelerini, Güneş’in Temmuz’la ölüler
diyarına gidişiyle açıklar. Aşağı dünyada uzun süre kalan ve ölüm uykusundan
uyanan Temmuz; Ningirsu, Nergal, Marduk gibi sonraki dönemlere ait, Güneş ve
onun aşağı dünyadaki ikametiyle ilgili varsayımların atasını oluşturmaktadır.
Bir efsaneye göre, Eridu’da kökleri ölüler diyarının
sularını yayılmış bir şifalı ağaç (Hayat Ağacı) vardır. Temmuz ve Güneş tanrısı
Şamaş bu kökleri korumak için orada oturur. Her tanrının şifa verme özelliği
olmasına karşın, Temmuz’un bu gücü, belki de bu nedenle, ilahilerde aşırı
vurgulanmıştır.
Hiçbir ölümlü hayat ekmeği ve suyundan nasiplenemez, antik
zihin tanrılara has olana göz dikmez, yalnızca Temmuz’un kurban olmasını ve
aşağı dünyadan (Sheol, Hades) dönmesini temenni eder.
Binlerce yıl öncesinden bir hasta Temmuz’a şöyle dua ediyor:
“ …
Hayat nefesini bahşet
bana
ve
vücudumdan at o
şeytanı, götür.
Ben, hizmetkârınım.
Yaşamak ve yolunda
yürüyüp,
hamdımı sunmak
isterim sana.
Yaşamın günlerinden
bir alameti için,
seni ararım.
Büyüklüğünü övüp
senin,
hamdımı terennüm edeceğim. ”
İlahilere ya da teolojik metinlere bakıldığında, artan
eğilim, ölen tanrının cennetin üzerinde bir yerlere taşındığını işaret eder.
Elbette bu semavi bir cennet yahut miraç demek değildir.
Zamanın ilahiyatçıları her şeyin cennetten doğduğunu
düşündüler, yani ilk unsur olan Doğa Ana’dan. Bakir anayı, yeryüzünün üretici
gücünü tohumlayan, genç tanrının uzak cennetlerdeki babasına geri döndüğü
inancı, bu yolla inşa edilen sonsuzlukta anlaşılır oldu.
Böyle derin bir kültün yalnızca Babil ve Asur’daki
etkileriyle sınırlı kalacağını beklemek yanlış olur. Doğu ve Batı’daki
kültürlerin tutkularını cezp ettiği aşikâr olan bu öykünün betimlemeleri
görülebilir. Kucağında çocuğuyla anne figürü, Mısır sanatındaki İsis ve oğlu
Horus’la sürer, Meryem ve çocuk tasviriyle günümüze değin uzanır.
Ancak ana ve oğul arasındaki çeşitli ilişkiler kafa
karıştırıcıdır. Öyküyü takip ederken, oğul; bazen eşi, bazen insanlık için ölen
bir genç, bazen memede emzirilen bir bebek, bazen tanrıçanın sevgilisi olarak
karşımıza çıkar. Bunun nedeni hiç şüphesiz, antik toplumlarda saltanat gücünün
dişi soyundan ilerlemesinden kaynaklanmaktadır. Bu Sümer etkisi cihetiyle, İsis
kocası Osiris’in kız kardeşidir, Astarte Adonis’in annesi olarak gösterilir.
Genç tanrının dirilişi ve ana yahut kız kardeşle evlenmesi,
kış gün dönümünde gerçekleşir ve tüm hayattaki yenilenmeyi, tazeliği temsil
eder. Zamanla unutulan bu ayin, yalnızca ölüm ve diriliş olarak sürdürüldü ve
elde kalan tefekkür ve sofuluk oldu.
Doğayla iç içe ve baş başa olan bu kadim topluluk, kendi
alanında evrensel olan bir kültü doğurmuştur. Ölen tanrının adı yoktur, bakir
ana yahut kardeşin de.
Bu tam olarak, Sümerler’in sonsuzluğa bakarak, doğayı
sembolize edişlerinin öyküsüdür.
Öyküdeki her karakter sıradan gölgelerdir.
Bir ölümlünün öldürüldüğü vahşi tapınmaların yerine; birkaç
tanrının ölümünde kişileştirilmiş teolojik fikirler, Sümer’in ürettiği yüksek
kültürün ürünüdür ve altı bin yıldır tesiri sürmektedir.
(Kapsamlı bir çalışmanın özeti mahiyetindedir.)
3300 Yıllık Sümer İlahisi
(Music of the Ancient Sumerians, Egyptians and Greeks (De Organographia)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder