Son on yılda yapılan önemli buluşlar ve fark ettiğim daha eski gerçeklerden yola çıkarak:
Ne zamana kadar kendinizden kaçacaksınız? Ne zamana kadar, bedensel arzularınızın kölesi olan hayatlarınız için, ellerinizi boşluğa açıp mucizeler dileneceksiniz? Yıkan, yapan ellerinizi ne zaman görecek gözleriniz?
Bilim ve teknoloji alanlarında atılan dev adımlarla, hayatın kolaylaşması dışında, varlığı incelemeye yürüyoruz. Bilinmezi tanrısallaştırma alışkanlığımız yerini meraka ve sorgulamaya bırakıyor.
Zihnimiz erdiğinden bu yana evreni anlamak, anlamlandırmak için pek çok yöntem kurduk. Bu yolları mitoloji, din ve bilim olarak adlandırsam yanlış yapmış olmam sanırım.
İlkel toplayıcı, avlayıcılar olarak korkularımız, ihtiyaçlarımızla doğayı kontrol etme arzumuzu yarattık. Kendi algı ve düşüncelerimizi dışımızdaki varlıklara aktarıp merkezi olduğumuz bir evren tasarladık. Avlanmak için klandan ayrılanların güven içinde dönmeleri adına yaptıklarımız, zihnimizin endişelerini dindiriyordu. Mesela, büyü o günlerden kalan bir hatıradır.
Benzer yollarla edindiğimiz totemlerden ayinlerle takıntılar, tabular edindik. Bizi uygarlığa götüren ya da açlık, güvenlik, sağlık ve sosyal ilişkilerimizi düzenleyen tanrılara ihtiyacımız vardı. Uzun zaman sonra, esas nedeni unutulan davranışlar, yapılmazsa felaketler getirebilecek dinsel kurallar halini aldı. Ellerimizle yarattıklarımızın unutkan köleleri olduk.
Zamanla karmaşıklaşan toplumsal yapı ve yeni sorularla gelişen zihinlere cevaplar yine aynı tanrıların ağzından edebi kelimelerle döküldü bu kez. Kilden şehirlerin dev tapınaklarında oturan bereket tanrıçaları, bu zamanlarda gökyüzündeki yıldızlara taşındılar. Evreni anlamak için sorduğumuz soruları onlar karşıladı, korkular ya da cezalarla. “Çıkarısız, saf duygulara” sahip tanrı-krallar aracılığıyla sosyal hayatımızı onlar düzenledi.
Evreni anlama, anlamlandrıma çabamızın ilk kısmını böylece özetledim, sanırım. Kimseyi incitmeden, düşünmeye yönlendirici bir anlatımla.
Mitolojik zamanlarda köklenen ikinci anlayış yolunu yazmadan önce neden bu kısmı din diye adlandırdığımı açıklamalıyım. Din; Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum olarak sözlüklerde anlam bulsa da, ben bunu tek tanrı dan sonraki evreni anlama, anlamlandırma yolu olarak kullanıyorum.
Gelişen yönetim alanları, birbirine düşman farklı tanrıların kulları, otoritesi din adamları tarafından sarsılan yöneticiler. Bu ortam tek tanrının ortaya çıktığı zamanı, acemice bir cümlede özetleyebilir.
İlk kısımda bahsettiğim ihtiyaç, arzuların yaşam şartlarının ve zihnin gelişmesiyle karmaşık hale girmesi dışında çok derin bir anlam farkı olmadığı ortada. Bugün dahi o zamanlardan günümüze temel insan ihtiyaçları değişmediğinden, özünde aynı davranışların sergilendiğini söyleyebilirim.
Bu zaman içersinde karmaşık, abartılı, hayali özelliklerle süslü hikayelerle evrene baktık. Dağların, denizlerin, dünyanın, yıldızların gizini ya da akla gelebilecek her alandaki sorularımızı o öykülerde açıkladık. Önceki zamanların dinleri edebi eğlencelerimiz halini aldı. Adetleri kurallarımız. Takıntıları, korkuları tabularımız oldu. İlkel zamanda yapılan yanlış davranışın karşılığı içsel bir cezalandırmayken, bu dönemde ilahi cezalandırma ile tanıştık.
Yaşadığımız zamanların detaylı açıklamalarına daha sonraki yazılarımda girmeyi düşünüyorum. Bu yazım sonrasındakileri anlamak için anahtar sunacak. Özellikle kendim için.
Maalesef çoğu toplum daha önemlisi kişi, ikinci dönemden çıkabilmiş değil. Bu evrimsel bir süreç ve ilkel zihinden, üstün zihne tırmanan bir merdivende ilerliyoruz.
Çağının şartları içersinde üstün zeka ve duygulara sahip kimseler sayesinde bugün bilim diye adlandırdığım üçüncü bir dönemden bahsedebiliyorum. Toplumsal dönüşümler için uzak olsa da, her zamanda olduğu gibi bireysel farkındalıklarla algılayabileceğimiz bir dönem.
Kendimizle ilgili sorularla başlayıp, evreni, varoluşu tanımaya çıktığımız bir yolculuktur bu. Yukarıda anlattığım ya da sonradan toplumun bize aşıladıklarının sonrasıdır. Renk, cinsiyet, soy, millet, ülke farklılıklarının değerinin kalmadığı bir sonra. Geçtiğimiz yüzyılın bu aydın tanımlarını bireysel isyanımızda ne kadar kullanabiliyoruz? Ne kadar kullanıyorsanız, o üst basamağa o kadar çıktınız demektir.
Hayatın sunduklarına göre şekillenen, evvel zaman masallarının tanrılarından mucizeler bekleyen değil. Anın, anı paylaşmanın, sevginin değerini bilen; seçimleri, sorgulama ve çalışmasıyla kendi hayatını kurucusu bireyler olduğumuz bir dönem.
Geçtiğimiz iki yüzyılda haps edildiği kutuları parçalayan özgür zihinler, karşıladığımız çağda yaptığı keşiflerle, putların tarihin derinlerine uzanan köklerini bir bir kesiyor. Ne kadar farkındasınız? Ne kadar farkındaysanız; o kadar varsınız, o kadar insansınız.
Utku Cem
Eylül - 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder